Temmuz 19 2011 Salı
İnovasyon kültürümüz ve doğan görünümlü şahin...
Türkçe blogu epey ihmal etmişiz. Ama bugün (artık dün oldu) 34'üncü yaşımın ilk gününde traş olurken aklıma gelen bir kaç 'lakırdı'yı paylaşmak istedim. Bu yazıyı İngilizce'ye çevirebileceğimi sanmıyorum, bunu herhangi bir yabancıya anlatabileceğimden de emin değilim. Çünkü bu yazı gayet 'Türk' bir yazı :)
Master tezimle uğraşırken beni en çok şaşırtan konulardan birisi bu 'inovasyon' (uğraşmayın, yenileşim demeyeceğim, gıcığım o kelimeye) kavramının 1910'larda Schumpeter tarafından ortaya çıkarıldığı idi. Biz bu kavramla 2000'lerin başında tanıştık aslında. Kavramın orijinali ise temelde 'girişimci' tanımından geliyor. Girişimci, inovasyon gibi süreçler sonucu pazar dengelerini bozan, maliyetleri düşürerek kendisine kar marjı oluşturan aktör gibi tanımlanıyor Alman geleneğinde. Çok kabaca anlattım ama detayları için epey okumak lazım :)
Neyse konumuz inovasyonun tanımı değil de bu kalıbın doğan görünümlü şahin kültürüne nasıl dahil edildiğiyle ilgili...
Yaklaşık 15 yıldır IT sektöründeyim. Lotus yazılımları üzerine uğraştığım son 12 yılımı değerlendirmek gerekirse bu inovasyon kültürü meselesine anglosakson bakış açısını anladım. Temel felsefe olarak hiç büyük cümleler kurmayacağım. İşimle ilgili olan kısım çok net benim için: Yeni bir şey üretmek için iletişmek gerekir. İletişmenin en kapsamlı yöntemini sunan teknolojiler Lotus yazılımlarında olduğu için bu ürün ailesinin 'inovasyon' iddiasının haklı temelleri olduğunu düşünüyorum. E-mail'den Connections yazılımına; Sametime'dan analitik network analizine kadar her şey bu minvalde dönüyor teoride.
Fakat bizim derme çatma şirket dünyamıza geldiğimizde garip bir takım şeylerle karşılaşıyoruz. Gartner raporları sürekli elimizin altında, tüm konferanslara gidiliyor, her türlü iş/bilgi medyası takip ediliyor, danışmanlık alınıyor, guru kitapları okunuyor, vs. Ama bu kaynaklardan faydalanan orta kademe yöneticilerimiz sigara içmek için plaza yangın merdivenine çıktığında metamorfoz geçiriyor ve bambaşka bir ruh haline bürünüyorlar.
Bu ruh hallerinden bahsedelim biraz...
1. Korku refleksi
İlk paylaşmam gereken konu bu sanırım. Bir çoğunuzun başından geçmiştir. Bundan 10 yıl önce bir şirkete E-mail kurmak istediğimde üst düzey yöneticilerden aldığım tepki: "İnsanların masasına gazete de koyalım bari" tadındaydı. Aradan geçen yıllar bu anlayışın değişmediğini gösteriyor.
Bugün inovasyon dediğimizde benim için en öne çıkan uygulamalardan birisi "IdeaJam" uygulamasıdır. Bruce Elgort ve Matt White önderliğinde Elguji tarafından geliştirilen bu fantastik uygulama, başarılı bir 'ideation' yazılımı. Fikirler üretilir, oylanır, yorumlanır vs. Sonuçta kayda değer 'fikirler' üretilir. Bu konuda çok eskiden bir yazı yazmış, olayın müşteri etkileşimi ve sosyal medya boyutunu irdelemiştim.
Türkiye'de herhangi bir IT yöneticisine bu uygulamayı götürseniz diyalog şöyle olacaktır:
- Merhaba, çok güzel bir ideation uygulamamız var...
- Ne işe yarar?
- İnsanlar fikir üretiyor, başkaları da o fikirleri geliştirmek için oy kullanıyor, yorum yapıyor.
- Sonuçta?
- İyi fikirler çıkıyor, insanlar katılıma teşvik ediliyor.
- Birisi 'açık ofis istemiyorum' ya da 'takım elbise kalksın' diye bir fikir üretirse?
- ???
- Filtreleme var mı? Ben fikirleri onaylayabiliyor muyum?
- ???
- Fikirleri kimseye göstermeyelim, biz seçelim, seçtiklerimiz oylansın...
- ???
Bu bir korku refleksidir... Şirket ekosistemi bizde kesin çizgilerle ayrılmıştır. Şirket diye bir ulu manitu vardır. Patron ve müdürler diye gruplar vardır ki bazı şirketlerde aynı kişilerdir. Sonra çalışanlar vardır. Çalışanları beyaz yaka, mavi yaka diye ayırmak yetmez, muhasebeci, IT'ci, satışçı diye ayırırız. Bazılarına diğerlerinden fazla güveniriz, bazılarından çok korkarız.
Ama esas olan şirkettir (ulustur, vatandır, devlettir; tanıdık geldi mi?)... Herkesin görevi onu korumaktır.
Bu yaklaşım dahilinde girişimcilere ve diğer şirketlere bir önerim var. Websense, Checkpoint gibi şirketler bence çok önemli fırsatlar kaçırıyor. Türkiye pazarında ucuz, kolay kurulabilir bir internet filtresi çok iş yapar. Sahip olunması gereken çok temel birkaç özellik var. Örneğin bir tuşla şirketin tamamını ya da spesifik bir personeli internet'ten tamamiyle koparmak :)
2. Bu da araba, o da araba!
Teknoloji karşılaştırmanın bu topraklardaki yansımasıdır. Şirketimize E-mail sistemi alacaksak GMail, Outlook, Outlook Express ve Lotus Notes'u aynı Excel dokümanına yazıp karşılaştırırız. Fotokopi makinesi alacaksak 100TL'lik multifunctional inkjet ile 3500 USD değerindeki Xerox'u alt alta yazarız. Birisi şahinse diğeri doğandır. İkisi de ayağımızı yerden keser.
Satınalma departmanlarının sopası, mali işler hegomonyası ve teknik departmanların sorumluluk almama kaygısı birleştiğinde gerçekten garip kararlar alır Türk şirketleri.
3. Ölçülebilir entiteler yaratmanın dayanılmaz hafifliği...
Biraz daha 'mühendis' ağırlığı hissedildiğinde 'ölçülebilirlilik' ortaya çıkar. İşte o benim favorimdir. Özellikle ana akım yönetim medyasının Scorecard, KPI gibi son derece şık ve faydalı araçları çarpıtması bu yaklaşımı iyiden iyiye körükler.
Her şey ölçülebilir olmalıdır. Yazıcı mı? Saniyelik maliyet... Workflow projesini dışarıda mı yaptıracaksınız? Risk maliyeti hesaplayalım...
Peki, bana E-mail'in değerini ölçebilir misiniz? Onlar ölçerler...
Burada bir parantez açayım, bu bizim hastalığımız değil sadece... Evrensel bir sorun... Pek çok multinational'ın sosyal medya stratejilerinde Facebook ve Twitter takipçi sayısını kullandığını biliyor muydunuz? Onlar bana Facebook'un değerini söyleyebilirler :)
Garanti bankası, Akbank, Turkcell gibi koca koca şirketler Facebook/Twitter takipçilerini arttırmaya devam etsinler. Bu arada 10 yıldır internet şubesi kullanan müşterisine Şubesiz bankacılığa kaydolun bonus verelim diye reklam yapsınlar ya da faturalı hattıma TL yükleme kampanyalarından bahsetmek için otomatik mesajlar göndersinler. Bunlar ölçülebilir ne de olsa :)
4. Bizim motor yağ ile çalışıyor yaklaşımı
Bu da favorilerimden. Avrupa ve Amerika'daki tüm otomobiller benzinle çalışır. Dünyadaki bütün arabalara benzin koyarız. Ama bizim doğan görünümlü şahinimiz yağ ile çalışır.
Evet, doğru duydunuz. Yağ yeterli. Çünkü bizim iş yapma şeklimiz bize özel. Bizim süreçlerimiz de eşsizdir. 176 bin konfeksiyon atölyesinin planlama problemini çözen yazılım bizim konfeksiyon atolyelerimizde çalışmaz. Çünkü bizim şirketimizin 'çok farklı' süreçleri vardır!
5. 'Oralara gelene kadar' planlama kültürü
'Procrastination' Edirne sınırına kadar bireysel bir sorundu. Ama bu ülke topraklarında kurumsallaşmıştır.
- Size bir online toplantı uygulaması yapalım mı?
- Ona gelene kadar... Kulaklık mikrofon yok insanlarda...
- Tanesi 5 Dolar zaten, alamaz mısınız?
- Ona gelene kadar... Bizim firewall'umuz problemli...
- Peki firewall'unuzu düzeltelim?
- Ona gelene kadar... Biz bir datacenter'a taşıyacağız herşeyi... Burada sistem odamız yok...
- E onu yapalım önce?
- Ona gelene kadar... Windows domain'lerimizi toparlamamız lazım...
- Birini önerelim?
- Tamam, bir toplantı yapalım haftaya...
- ???
6. Patronun kişisel tercihleri en kutsal çözümümüzdür...
Bu yaklaşımla o kadar sık karşılaşıyorum ki...
Mobil çözüm: Traveler mı Blackberry mi?
Cihaz envanteri: iPhone mu Android mi?
Mail sistemi: Exchange mi Lotus mu?
Yeni ofisin yeri: Maslak mı Ataşehir mi?
Şirket arabaları: Ford Focus mu Renault Megane mı?
Aklınıza gelen her türlü seçimde patronun kişisel tercihleri; her türlü ölçümlenebilir, hesaplanabilir, finansal değerlere dökülebilir, sağduyuyla değerlendirilebilir parametrenin üzerine çıkabilir... Bu tip kararlar sonucunda Lotus Domino ile ERP yapan, Exchange üzerinde satınalma sistemi çalıştıran, Macbook'larını Windows domain'ine almaya çalışan IT personeli için üzülmekten başka yapabileceğimiz birşey kalmamıştır artık...
7. Lego bir Bilişim markası olabilir öğretisi...
Bu yaklaşım, IT yatırımlarında bütünsel yaklaşımın terkedildiği gün, pusuda bekleyen parlak fikirli bir grup orta kademe yöneticinin ajandasından çıkartılır... Artık total bir yatırım için bütçe alınması ihtimali ortadan kalkmıştır ve tüm departmanlar parçaları ayrı ayrı yapalım, hepsini lego şeklinde birleştiririz fikri üzerinde birleşir.
Bu, hiçbir zaman gerçekleşmez. Herşeyi yapan tek bir uygulama olmadığı gibi 100 ayrı uygulamanın birbiriyle uyum içerisinde çalışması da bugüne kadar görülmemiştir.
8. İnsan Kaynakları proje ofisi olduğunda...
Benim kişisel fikrim, insan kaynakları departmanlarının gereğinden şişkin bütçelere sahip olduğu yönündedir. Bir sürü pahalı aktivite yapılır (piknikler, go-kart yarışları, paintball turnuvaları vs.) ama o bütçe bir türlü tükenmez. Sonunda bilişim projelerine de biraz para kalır...
Bir pazar araştırması yapsak Türkiye'deki portal projelerinin önemli bir yüzdesinin İK tarafından günün sözü, bugün doğum günü olanlar, bu ay doğanların burçları, telefon rehberine kolay erişim gibi portletlerin tek bir sayfada görülebilmesi amacıyla başlatıldığını görürüz. BT departmanlarının da bu tür projelerden mümkün olduğu kadar uzak durduğunu görürüz. Sonuç genelde aynıdır: İçinde çiçek yetiştirmek için alınan ferrariler en yakın yazılım zirvesinde saksı alacak diğer firmalara gösterilir ve 2-3 yıl sonra o sunucular sessizce kapatılır.
9. Acil durumda camı kırın ve Pareto prensibini kullanın...
Bazen proje ekibinde çözüm bulunamaz. Aşağı tükürsek sakal, yukarı tükürsek bıyık durumuna gelindiğinde pareto prensibi cankurtaran çözümdür. Bir çözüm bulalım, %80 işe yarıyorsa devam edelim.
Tamam, bir dereceye kadar kabul ederim. Ama olayın çivisi fena çıkar bazen.
Siz bir maliye müfettişinin pareto prensibi uyguladığını gördünüz mü?
- Defterleriniz gelir vergisinin %80'ini doğru ödediğinizi gösteriyor. Sorun yok!
Müşteri davranışı çok gariptir Türkiye'de... Ha biz bilişim firmaları çok mu güzel yapıyoruz işimizi? O da başka yazıya kalsın :)))
Siz de yorumlarınızla bu yazıyı zenginleştirebilirsiniz...
Master tezimle uğraşırken beni en çok şaşırtan konulardan birisi bu 'inovasyon' (uğraşmayın, yenileşim demeyeceğim, gıcığım o kelimeye) kavramının 1910'larda Schumpeter tarafından ortaya çıkarıldığı idi. Biz bu kavramla 2000'lerin başında tanıştık aslında. Kavramın orijinali ise temelde 'girişimci' tanımından geliyor. Girişimci, inovasyon gibi süreçler sonucu pazar dengelerini bozan, maliyetleri düşürerek kendisine kar marjı oluşturan aktör gibi tanımlanıyor Alman geleneğinde. Çok kabaca anlattım ama detayları için epey okumak lazım :)
Neyse konumuz inovasyonun tanımı değil de bu kalıbın doğan görünümlü şahin kültürüne nasıl dahil edildiğiyle ilgili...
Yaklaşık 15 yıldır IT sektöründeyim. Lotus yazılımları üzerine uğraştığım son 12 yılımı değerlendirmek gerekirse bu inovasyon kültürü meselesine anglosakson bakış açısını anladım. Temel felsefe olarak hiç büyük cümleler kurmayacağım. İşimle ilgili olan kısım çok net benim için: Yeni bir şey üretmek için iletişmek gerekir. İletişmenin en kapsamlı yöntemini sunan teknolojiler Lotus yazılımlarında olduğu için bu ürün ailesinin 'inovasyon' iddiasının haklı temelleri olduğunu düşünüyorum. E-mail'den Connections yazılımına; Sametime'dan analitik network analizine kadar her şey bu minvalde dönüyor teoride.
Fakat bizim derme çatma şirket dünyamıza geldiğimizde garip bir takım şeylerle karşılaşıyoruz. Gartner raporları sürekli elimizin altında, tüm konferanslara gidiliyor, her türlü iş/bilgi medyası takip ediliyor, danışmanlık alınıyor, guru kitapları okunuyor, vs. Ama bu kaynaklardan faydalanan orta kademe yöneticilerimiz sigara içmek için plaza yangın merdivenine çıktığında metamorfoz geçiriyor ve bambaşka bir ruh haline bürünüyorlar.
Bu ruh hallerinden bahsedelim biraz...
1. Korku refleksi
İlk paylaşmam gereken konu bu sanırım. Bir çoğunuzun başından geçmiştir. Bundan 10 yıl önce bir şirkete E-mail kurmak istediğimde üst düzey yöneticilerden aldığım tepki: "İnsanların masasına gazete de koyalım bari" tadındaydı. Aradan geçen yıllar bu anlayışın değişmediğini gösteriyor.
Bugün inovasyon dediğimizde benim için en öne çıkan uygulamalardan birisi "IdeaJam" uygulamasıdır. Bruce Elgort ve Matt White önderliğinde Elguji tarafından geliştirilen bu fantastik uygulama, başarılı bir 'ideation' yazılımı. Fikirler üretilir, oylanır, yorumlanır vs. Sonuçta kayda değer 'fikirler' üretilir. Bu konuda çok eskiden bir yazı yazmış, olayın müşteri etkileşimi ve sosyal medya boyutunu irdelemiştim.
Türkiye'de herhangi bir IT yöneticisine bu uygulamayı götürseniz diyalog şöyle olacaktır:
- Merhaba, çok güzel bir ideation uygulamamız var...
- Ne işe yarar?
- İnsanlar fikir üretiyor, başkaları da o fikirleri geliştirmek için oy kullanıyor, yorum yapıyor.
- Sonuçta?
- İyi fikirler çıkıyor, insanlar katılıma teşvik ediliyor.
- Birisi 'açık ofis istemiyorum' ya da 'takım elbise kalksın' diye bir fikir üretirse?
- ???
- Filtreleme var mı? Ben fikirleri onaylayabiliyor muyum?
- ???
- Fikirleri kimseye göstermeyelim, biz seçelim, seçtiklerimiz oylansın...
- ???
Bu bir korku refleksidir... Şirket ekosistemi bizde kesin çizgilerle ayrılmıştır. Şirket diye bir ulu manitu vardır. Patron ve müdürler diye gruplar vardır ki bazı şirketlerde aynı kişilerdir. Sonra çalışanlar vardır. Çalışanları beyaz yaka, mavi yaka diye ayırmak yetmez, muhasebeci, IT'ci, satışçı diye ayırırız. Bazılarına diğerlerinden fazla güveniriz, bazılarından çok korkarız.
Ama esas olan şirkettir (ulustur, vatandır, devlettir; tanıdık geldi mi?)... Herkesin görevi onu korumaktır.
Bu yaklaşım dahilinde girişimcilere ve diğer şirketlere bir önerim var. Websense, Checkpoint gibi şirketler bence çok önemli fırsatlar kaçırıyor. Türkiye pazarında ucuz, kolay kurulabilir bir internet filtresi çok iş yapar. Sahip olunması gereken çok temel birkaç özellik var. Örneğin bir tuşla şirketin tamamını ya da spesifik bir personeli internet'ten tamamiyle koparmak :)
2. Bu da araba, o da araba!
Teknoloji karşılaştırmanın bu topraklardaki yansımasıdır. Şirketimize E-mail sistemi alacaksak GMail, Outlook, Outlook Express ve Lotus Notes'u aynı Excel dokümanına yazıp karşılaştırırız. Fotokopi makinesi alacaksak 100TL'lik multifunctional inkjet ile 3500 USD değerindeki Xerox'u alt alta yazarız. Birisi şahinse diğeri doğandır. İkisi de ayağımızı yerden keser.
Satınalma departmanlarının sopası, mali işler hegomonyası ve teknik departmanların sorumluluk almama kaygısı birleştiğinde gerçekten garip kararlar alır Türk şirketleri.
3. Ölçülebilir entiteler yaratmanın dayanılmaz hafifliği...
Biraz daha 'mühendis' ağırlığı hissedildiğinde 'ölçülebilirlilik' ortaya çıkar. İşte o benim favorimdir. Özellikle ana akım yönetim medyasının Scorecard, KPI gibi son derece şık ve faydalı araçları çarpıtması bu yaklaşımı iyiden iyiye körükler.
Her şey ölçülebilir olmalıdır. Yazıcı mı? Saniyelik maliyet... Workflow projesini dışarıda mı yaptıracaksınız? Risk maliyeti hesaplayalım...
Peki, bana E-mail'in değerini ölçebilir misiniz? Onlar ölçerler...
Burada bir parantez açayım, bu bizim hastalığımız değil sadece... Evrensel bir sorun... Pek çok multinational'ın sosyal medya stratejilerinde Facebook ve Twitter takipçi sayısını kullandığını biliyor muydunuz? Onlar bana Facebook'un değerini söyleyebilirler :)
Garanti bankası, Akbank, Turkcell gibi koca koca şirketler Facebook/Twitter takipçilerini arttırmaya devam etsinler. Bu arada 10 yıldır internet şubesi kullanan müşterisine Şubesiz bankacılığa kaydolun bonus verelim diye reklam yapsınlar ya da faturalı hattıma TL yükleme kampanyalarından bahsetmek için otomatik mesajlar göndersinler. Bunlar ölçülebilir ne de olsa :)
4. Bizim motor yağ ile çalışıyor yaklaşımı
Bu da favorilerimden. Avrupa ve Amerika'daki tüm otomobiller benzinle çalışır. Dünyadaki bütün arabalara benzin koyarız. Ama bizim doğan görünümlü şahinimiz yağ ile çalışır.
Evet, doğru duydunuz. Yağ yeterli. Çünkü bizim iş yapma şeklimiz bize özel. Bizim süreçlerimiz de eşsizdir. 176 bin konfeksiyon atölyesinin planlama problemini çözen yazılım bizim konfeksiyon atolyelerimizde çalışmaz. Çünkü bizim şirketimizin 'çok farklı' süreçleri vardır!
5. 'Oralara gelene kadar' planlama kültürü
'Procrastination' Edirne sınırına kadar bireysel bir sorundu. Ama bu ülke topraklarında kurumsallaşmıştır.
- Size bir online toplantı uygulaması yapalım mı?
- Ona gelene kadar... Kulaklık mikrofon yok insanlarda...
- Tanesi 5 Dolar zaten, alamaz mısınız?
- Ona gelene kadar... Bizim firewall'umuz problemli...
- Peki firewall'unuzu düzeltelim?
- Ona gelene kadar... Biz bir datacenter'a taşıyacağız herşeyi... Burada sistem odamız yok...
- E onu yapalım önce?
- Ona gelene kadar... Windows domain'lerimizi toparlamamız lazım...
- Birini önerelim?
- Tamam, bir toplantı yapalım haftaya...
- ???
6. Patronun kişisel tercihleri en kutsal çözümümüzdür...
Bu yaklaşımla o kadar sık karşılaşıyorum ki...
Mobil çözüm: Traveler mı Blackberry mi?
Cihaz envanteri: iPhone mu Android mi?
Mail sistemi: Exchange mi Lotus mu?
Yeni ofisin yeri: Maslak mı Ataşehir mi?
Şirket arabaları: Ford Focus mu Renault Megane mı?
Aklınıza gelen her türlü seçimde patronun kişisel tercihleri; her türlü ölçümlenebilir, hesaplanabilir, finansal değerlere dökülebilir, sağduyuyla değerlendirilebilir parametrenin üzerine çıkabilir... Bu tip kararlar sonucunda Lotus Domino ile ERP yapan, Exchange üzerinde satınalma sistemi çalıştıran, Macbook'larını Windows domain'ine almaya çalışan IT personeli için üzülmekten başka yapabileceğimiz birşey kalmamıştır artık...
7. Lego bir Bilişim markası olabilir öğretisi...
Bu yaklaşım, IT yatırımlarında bütünsel yaklaşımın terkedildiği gün, pusuda bekleyen parlak fikirli bir grup orta kademe yöneticinin ajandasından çıkartılır... Artık total bir yatırım için bütçe alınması ihtimali ortadan kalkmıştır ve tüm departmanlar parçaları ayrı ayrı yapalım, hepsini lego şeklinde birleştiririz fikri üzerinde birleşir.
Bu, hiçbir zaman gerçekleşmez. Herşeyi yapan tek bir uygulama olmadığı gibi 100 ayrı uygulamanın birbiriyle uyum içerisinde çalışması da bugüne kadar görülmemiştir.
8. İnsan Kaynakları proje ofisi olduğunda...
Benim kişisel fikrim, insan kaynakları departmanlarının gereğinden şişkin bütçelere sahip olduğu yönündedir. Bir sürü pahalı aktivite yapılır (piknikler, go-kart yarışları, paintball turnuvaları vs.) ama o bütçe bir türlü tükenmez. Sonunda bilişim projelerine de biraz para kalır...
Bir pazar araştırması yapsak Türkiye'deki portal projelerinin önemli bir yüzdesinin İK tarafından günün sözü, bugün doğum günü olanlar, bu ay doğanların burçları, telefon rehberine kolay erişim gibi portletlerin tek bir sayfada görülebilmesi amacıyla başlatıldığını görürüz. BT departmanlarının da bu tür projelerden mümkün olduğu kadar uzak durduğunu görürüz. Sonuç genelde aynıdır: İçinde çiçek yetiştirmek için alınan ferrariler en yakın yazılım zirvesinde saksı alacak diğer firmalara gösterilir ve 2-3 yıl sonra o sunucular sessizce kapatılır.
9. Acil durumda camı kırın ve Pareto prensibini kullanın...
Bazen proje ekibinde çözüm bulunamaz. Aşağı tükürsek sakal, yukarı tükürsek bıyık durumuna gelindiğinde pareto prensibi cankurtaran çözümdür. Bir çözüm bulalım, %80 işe yarıyorsa devam edelim.
Tamam, bir dereceye kadar kabul ederim. Ama olayın çivisi fena çıkar bazen.
Siz bir maliye müfettişinin pareto prensibi uyguladığını gördünüz mü?
- Defterleriniz gelir vergisinin %80'ini doğru ödediğinizi gösteriyor. Sorun yok!
Müşteri davranışı çok gariptir Türkiye'de... Ha biz bilişim firmaları çok mu güzel yapıyoruz işimizi? O da başka yazıya kalsın :)))
Siz de yorumlarınızla bu yazıyı zenginleştirebilirsiniz...
Serdar Basegmez
|
Temmuz 19 2011 09:10:00 AM
|
Blog IBM Kurumsal Bilgi Sistemleri Social Software
|
10 Numaralı madde olarak da "biz de biliyoruz bu yazılım işlerini" eklenebilir belki. Bilgi sistemleri ile ilgisi olan veya olmayan, yönetici seviyesinde olan veya olmayan her çalışanın yazılım projeleri hakkında uzman seviyede bir fikri vardır. Danışmanın belki 100. kere yaptığı projenin hayatında ilk defa içinde bulunmasına karşın "bu iş böyle yapılmaz" diyecek cesarete sahiptir. Hatta muhtemelen (önceki firmasında çalışırken) Logo'ya tek düzen muhasebe prensiplerini, AutoDesk'e teknik resim konvansiyonlarını da bu arkadaş öğretmiştir.