Eylül 21 2011 Çarşamba
İş yapma kültürümüzü sosyalleştirebilir miyiz?
Türkçe bloga özel bir yazı daha... Bu da İngilizce'ye çeviremeyeceğim konulardan birisi...
Bizim iş yapma kültürümüz nedir, hiç düşündünüz mü?
Bir kere hayatın her aşamasında olduğu gibi yamuklukların sadece bizim topraklarımıza özel olmadığı gerçeğini bir kenara yazalım da aşırı eleştirel ve karikatür yazı yazıp ilgi çekmeye çalışan bir blog'cu olmadığımız anlaşılsın :)
Dilbert kitaplarını okursanız, Amerikan tarzı iş kültürünün aslında ne kadar yamuk olduğunu da farkedersiniz. Ya da 'köküne kadar' Alman şirketlerde çalışanları dinleyin; İngiltere'de iş yapan Türkler'le konuşun; hepsinin kendi ölçütlerinde yamuklukları vardır.
Bizler iki tık daha fazla sorun yaşıyoruz. Bunun en büyük sebebi, batılı ülkeler kadar iyi çalışan bir Hukuk sistemimiz/algımız ya da sivil organizasyonumuzun olmaması dolayısıyla hakkımızın daha hızlı bir şekilde yeniliyor olması sanırım.
Neyse, konumuz başka. Bizim iş yapma kültürümüz bize özel; burası kesin.
Sosyalleşmek diye de bir şey var. Bir yıldır bu konuda ağır bir bombardıman altındayım. Toplantılarda bir Amerika'lı geliyor, sanki Türkiye'nin yerini haritada gösterebilirmiş gibi bizim hakkımızda atıp tutuyor. İlk söylediği şey; Facebook'daki Türk sayısı. Sonra cep telefonu penetrasyonuna dem vurarak aslında bizim yıllardır kabuğuna saklanmış 'o günün' gelmesini beklediğimizi ima ediyor. İşte o gün geldi! Şirketlerimiz sosyalleşme bariyerlerini açar açmaz sosyal olacağız! O günden sonra hiç birşey eskisi gibi olmayacak...
Oysa bir gerçeğin farkında değil bu Amerikalı... Türkiye'de ortalama bir yöneticiye "şirket içinde kullanabileceğiniz Facebook" tanımı yaparsanız sizi süpürgeyle kovalarlar. Çünkü bizim akıl örgümüz (akıl örgüsü nedir? Yazar burada mind map mi demek istedi?) şöyle bir ilişkilendirme yapacak:
Facebook = Video paylaşımı + Gereksiz Şeyler Gönderimi = Sululuk = Zaman Kaybı = Para Kaybı = Patron Dayağı
Daha detaylı düşünülmesi gereken şeyler var.
Geçen hafta, IBM'in bir toplantısındaydım. Amerika'dan gelen üç kişi yönetiyordu toplantıyı. İlginç toplantıydı, çünkü bu arkadaşlar Competitive Project Office adında bir departmanda çalışıyorlardı. Görevleri gereği dünyanın her yerinde (yani Amerika'da) IBM'in rakiplerini (Microsoft) inceliyor ve onlara karşı stratejiler (yani satışçı cümleleri) geliştiriyorlardı. Şaka bir yana; bence yararlı oldu. Konumuzla ilgili bölüme gelirsek; birisi örnek verdi.
Güzel! Çok başarılı... Şirketin değişik departmanlarından birisine ulaşmanız, o kişilerin uzmanlıklarını görmeniz, aramanız vs. Güzel görünüyor. Bunu şirket dışında yapıyoruz. LinkedIn'den bakıp, acaba hızlı tüketim sektöründe hangi arkadaşım çalışıyor diye merak ediyorum; o arkadaşıma sorular soruyorum, o da bana yardımcı oluyor.
Gel gelelim kazın ayağı bizde nasıl?
Müdür: Ahmet ne yaptın? Yetiştirebildin mi istediğim raporu?
Eleman: Yetişmedi Ali Bey...
Müdür: Neden? Bir problem mi çıktı raporlama sisteminde?
Eleman: Yoo, Garcia'nın XSLT ile ilgili problemi varmış, ona yardım ettim.
Müdür: Garcia kim?
Eleman: Arjantin'den bir arkadaş.
Müdür: Bizim raporlama sistemiyle ilgili bir sorun mu?
Eleman: Yok müdürüm, adam 4-5 saatte çözemezdi o problemi, ben iki dakkada hallettim.
Müdür: Kimden geldi iş?
Eleman: Adam beni buldu Connections'dan, Sametime'dan da yazıştık.
Müdür: Evladım senin işin gücün yok mu? Az mı iş veriyorum sana? Arjantin'deki adamın işinden sana ne? Zamanını böyle şeylere harcıyorsun...
Eleman: Haklısınız Ali Bey...
Müdür: Sen kapat o Connections account'unu.
Eleman: Tamam Ali Bey, şimdi kapatıyorum.
Benzer konuları daha önce de tartıştık. Bizim Amerika'lı arkadaşla yaptığımız kısa tartışmada onlarda da benzer problemler olduğunu öğreniyoruz. Bizde yaklaşım biraz daha alaturka olsa da küçük organizasyonel birimlerin 'bireyselci' davranıp şirket yararını çok da düşünmüyor olmaları 1980'lerden itibaren organizasyon teorisinin temel sorunlarından birisi olmuştur. İşe matematiksel çözümler üretmeye çalışanlar (scorecard), motivasyon açısından yaklaşanlar (insan kaynakları ekolü) veya aptal kara kutu yaklaşımları (kaliteciler) çeşitli şeyler öneriyorlar. Sosyal iş bakış açısı da organizasyonel kültür ve kurumsal hafıza gibi 'buzz'ları öne sürüyor.
İçimizde bu 'sosyal'liğin olmadığını söyleyebilir miyiz? Küçük şirketlerde/takımlarda bu sosyalliği yaşıyoruz zaten. Amerika'daki önemli partner'lardan birisinin XPages ekibinden bir arkadaşımla konuşuyordum. İki geliştirici olarak, projelerin en önemli kısımlarının teorik açmazlarını sigara içerken çözdüklerini, sigara içilen yere bu iş için bir beyaz tahta koyduklarını, hatta sigara içmeyen müdürlerinin sırf bu yüzden sigara molası verdiğini söylemişti. Hani Amerikalılar her şeyi doğru yaparlar ya, bizimkilerin de bunu yapmasında sorun yok demek ki. Biraz daha az futbol konuşsak molalarda neler yapacağız kim bilir :)
Sosyal iş yaklaşımının çözüm aradığı temel yaklaşım, takımlar arasındaki doğal sınırları aşağı çekmek aslında. Fakat Türk işi çalışma kültürünün önünde önemli bir engel var bu konuda. Patron!
Patronlarımız ve yöneticilerimiz bazı şeylerden çok korkuyorlar, doğruya doğru. Özellikle yetişme tarzımız ve toplumsal yapımız bizi biraz daha 'polis yönetici' yapıyor. Çalışanlarımızı sayısal ölçütlerle denetlemektense başlarında bekleyip sorumluluk almalarını engellemek bize daha cazip geliyor. Açık ofis tutkumuz, evden çalışılmasına soğuk bakmamız, mesai saatlerine büyük bir bağlılık duymamız bu sebepten değil mi?
Peki yaygın iddiaya bakalım. Acaba hayatı facebook ve twitter'la tanımış, e-mail kullanmayı sevmeyen Y ve Z nesli bu değişimi getirebilir mi?
Kuşkusuz, bu yönde bir takım alametler var. Sametime kurduğum tüm müşterilerde özellikle 30 yaş altı personelin tüm işlerini anında mesajlaşma ile halletmeye çalıştığını görüyorum. Ama bu, 'şirket içi facebook' oluşturmaya yetecek mi? Havuç kullanmadan herhangi bir Connection uygulamasında tüm profillerin düzgün oluşturulmasını sağlayabilir miyiz? Herhangi bir teknik uzmanın şirket içi blog açtığını ya da wiki oluşturduğunu görebilir miyiz? Bunları yapmış/yapıyor olan şirketler var ama metodoloji yine tepeden inmeci oluyor. Patron istiyor! Benim gözlemim, iyi bir şey bile olsa, patron istiyor diye kullanılan her sistem, kullanıcılarda bürokrasi algısı üretir.
Y ve Z neslini bu işe çekmenin o kadar da kolay olmadığını düşünüyorum. Sosyal İş ya da 6-Sigma; herhangi bir sistemin çalışması için çalışanın doğrudan yarar görmesi prensibi oluşmalı. Kollektif hafıza oluşturmanın ve buna katkıda bulunmanın yararları net olmalı. Fakat yöneticilerin bu yeni nesille kuşak çatışması yaşadığını görüyoruz ve bu kuşak çatışması sosyalleşme sürecine ket vuruyor.
Olayın başka bir yönü de, LUGTR 2011 konferansında Deniz ve Özgür'ün sunumlarında ortaya koydukları bir gerçek. Biz daha temel sorunlarımız konusunda emekleme aşamasındayız. MIS yapımız bozuk, güvenlik sistematiğimiz arızalı, süreçlerimiz eksik ve bütün bunlara sosyal mekanizmalar oturtacağız.
Özet yapmak gerekirse, iş yapma kültürümüzün zayıf yönleri olduğu bir gerçek. Dünyanın da yaşadığı bir takım sorunlar var. Arada kalmışlığımız, aslında gerçek hayat fenomeni olan sosyal işbirliği gerçeğini uygulama katmanına yedirebilmemizi sağlayacak mı göreceğiz.
Bu süreçte müşterilerime de sürekli verdiğim tavsiye, bu iş yalnızca IT departmanına ya da İnsan Kaynaklarına emanet edilecek kadar basit değil. Patrona sorun, olur derse olur :)
Bizim iş yapma kültürümüz nedir, hiç düşündünüz mü?
Bir kere hayatın her aşamasında olduğu gibi yamuklukların sadece bizim topraklarımıza özel olmadığı gerçeğini bir kenara yazalım da aşırı eleştirel ve karikatür yazı yazıp ilgi çekmeye çalışan bir blog'cu olmadığımız anlaşılsın :)
Dilbert kitaplarını okursanız, Amerikan tarzı iş kültürünün aslında ne kadar yamuk olduğunu da farkedersiniz. Ya da 'köküne kadar' Alman şirketlerde çalışanları dinleyin; İngiltere'de iş yapan Türkler'le konuşun; hepsinin kendi ölçütlerinde yamuklukları vardır.
Bizler iki tık daha fazla sorun yaşıyoruz. Bunun en büyük sebebi, batılı ülkeler kadar iyi çalışan bir Hukuk sistemimiz/algımız ya da sivil organizasyonumuzun olmaması dolayısıyla hakkımızın daha hızlı bir şekilde yeniliyor olması sanırım.
Neyse, konumuz başka. Bizim iş yapma kültürümüz bize özel; burası kesin.
Sosyalleşmek diye de bir şey var. Bir yıldır bu konuda ağır bir bombardıman altındayım. Toplantılarda bir Amerika'lı geliyor, sanki Türkiye'nin yerini haritada gösterebilirmiş gibi bizim hakkımızda atıp tutuyor. İlk söylediği şey; Facebook'daki Türk sayısı. Sonra cep telefonu penetrasyonuna dem vurarak aslında bizim yıllardır kabuğuna saklanmış 'o günün' gelmesini beklediğimizi ima ediyor. İşte o gün geldi! Şirketlerimiz sosyalleşme bariyerlerini açar açmaz sosyal olacağız! O günden sonra hiç birşey eskisi gibi olmayacak...
Oysa bir gerçeğin farkında değil bu Amerikalı... Türkiye'de ortalama bir yöneticiye "şirket içinde kullanabileceğiniz Facebook" tanımı yaparsanız sizi süpürgeyle kovalarlar. Çünkü bizim akıl örgümüz (akıl örgüsü nedir? Yazar burada mind map mi demek istedi?) şöyle bir ilişkilendirme yapacak:
Facebook = Video paylaşımı + Gereksiz Şeyler Gönderimi = Sululuk = Zaman Kaybı = Para Kaybı = Patron Dayağı
Daha detaylı düşünülmesi gereken şeyler var.
Geçen hafta, IBM'in bir toplantısındaydım. Amerika'dan gelen üç kişi yönetiyordu toplantıyı. İlginç toplantıydı, çünkü bu arkadaşlar Competitive Project Office adında bir departmanda çalışıyorlardı. Görevleri gereği dünyanın her yerinde (yani Amerika'da) IBM'in rakiplerini (Microsoft) inceliyor ve onlara karşı stratejiler (yani satışçı cümleleri) geliştiriyorlardı. Şaka bir yana; bence yararlı oldu. Konumuzla ilgili bölüme gelirsek; birisi örnek verdi.
"Ben XSLT konusunda uzmanım. Arjantin'den birisi IBM'in Connections'ını kullanarak beni buldu ve bir soru sordu. Adamın 4-5 saatte çözemeyeceği konuyu yarım saatte çözdüm. İşte Connections gibi bir uygulama, size dünyanın her tarafından uzmanlara erişme şansı verir..."
Güzel! Çok başarılı... Şirketin değişik departmanlarından birisine ulaşmanız, o kişilerin uzmanlıklarını görmeniz, aramanız vs. Güzel görünüyor. Bunu şirket dışında yapıyoruz. LinkedIn'den bakıp, acaba hızlı tüketim sektöründe hangi arkadaşım çalışıyor diye merak ediyorum; o arkadaşıma sorular soruyorum, o da bana yardımcı oluyor.
Gel gelelim kazın ayağı bizde nasıl?
Müdür: Ahmet ne yaptın? Yetiştirebildin mi istediğim raporu?
Eleman: Yetişmedi Ali Bey...
Müdür: Neden? Bir problem mi çıktı raporlama sisteminde?
Eleman: Yoo, Garcia'nın XSLT ile ilgili problemi varmış, ona yardım ettim.
Müdür: Garcia kim?
Eleman: Arjantin'den bir arkadaş.
Müdür: Bizim raporlama sistemiyle ilgili bir sorun mu?
Eleman: Yok müdürüm, adam 4-5 saatte çözemezdi o problemi, ben iki dakkada hallettim.
Müdür: Kimden geldi iş?
Eleman: Adam beni buldu Connections'dan, Sametime'dan da yazıştık.
Müdür: Evladım senin işin gücün yok mu? Az mı iş veriyorum sana? Arjantin'deki adamın işinden sana ne? Zamanını böyle şeylere harcıyorsun...
Eleman: Haklısınız Ali Bey...
Müdür: Sen kapat o Connections account'unu.
Eleman: Tamam Ali Bey, şimdi kapatıyorum.
Benzer konuları daha önce de tartıştık. Bizim Amerika'lı arkadaşla yaptığımız kısa tartışmada onlarda da benzer problemler olduğunu öğreniyoruz. Bizde yaklaşım biraz daha alaturka olsa da küçük organizasyonel birimlerin 'bireyselci' davranıp şirket yararını çok da düşünmüyor olmaları 1980'lerden itibaren organizasyon teorisinin temel sorunlarından birisi olmuştur. İşe matematiksel çözümler üretmeye çalışanlar (scorecard), motivasyon açısından yaklaşanlar (insan kaynakları ekolü) veya aptal kara kutu yaklaşımları (kaliteciler) çeşitli şeyler öneriyorlar. Sosyal iş bakış açısı da organizasyonel kültür ve kurumsal hafıza gibi 'buzz'ları öne sürüyor.
İçimizde bu 'sosyal'liğin olmadığını söyleyebilir miyiz? Küçük şirketlerde/takımlarda bu sosyalliği yaşıyoruz zaten. Amerika'daki önemli partner'lardan birisinin XPages ekibinden bir arkadaşımla konuşuyordum. İki geliştirici olarak, projelerin en önemli kısımlarının teorik açmazlarını sigara içerken çözdüklerini, sigara içilen yere bu iş için bir beyaz tahta koyduklarını, hatta sigara içmeyen müdürlerinin sırf bu yüzden sigara molası verdiğini söylemişti. Hani Amerikalılar her şeyi doğru yaparlar ya, bizimkilerin de bunu yapmasında sorun yok demek ki. Biraz daha az futbol konuşsak molalarda neler yapacağız kim bilir :)
Sosyal iş yaklaşımının çözüm aradığı temel yaklaşım, takımlar arasındaki doğal sınırları aşağı çekmek aslında. Fakat Türk işi çalışma kültürünün önünde önemli bir engel var bu konuda. Patron!
Patronlarımız ve yöneticilerimiz bazı şeylerden çok korkuyorlar, doğruya doğru. Özellikle yetişme tarzımız ve toplumsal yapımız bizi biraz daha 'polis yönetici' yapıyor. Çalışanlarımızı sayısal ölçütlerle denetlemektense başlarında bekleyip sorumluluk almalarını engellemek bize daha cazip geliyor. Açık ofis tutkumuz, evden çalışılmasına soğuk bakmamız, mesai saatlerine büyük bir bağlılık duymamız bu sebepten değil mi?
Peki yaygın iddiaya bakalım. Acaba hayatı facebook ve twitter'la tanımış, e-mail kullanmayı sevmeyen Y ve Z nesli bu değişimi getirebilir mi?
Kuşkusuz, bu yönde bir takım alametler var. Sametime kurduğum tüm müşterilerde özellikle 30 yaş altı personelin tüm işlerini anında mesajlaşma ile halletmeye çalıştığını görüyorum. Ama bu, 'şirket içi facebook' oluşturmaya yetecek mi? Havuç kullanmadan herhangi bir Connection uygulamasında tüm profillerin düzgün oluşturulmasını sağlayabilir miyiz? Herhangi bir teknik uzmanın şirket içi blog açtığını ya da wiki oluşturduğunu görebilir miyiz? Bunları yapmış/yapıyor olan şirketler var ama metodoloji yine tepeden inmeci oluyor. Patron istiyor! Benim gözlemim, iyi bir şey bile olsa, patron istiyor diye kullanılan her sistem, kullanıcılarda bürokrasi algısı üretir.
Y ve Z neslini bu işe çekmenin o kadar da kolay olmadığını düşünüyorum. Sosyal İş ya da 6-Sigma; herhangi bir sistemin çalışması için çalışanın doğrudan yarar görmesi prensibi oluşmalı. Kollektif hafıza oluşturmanın ve buna katkıda bulunmanın yararları net olmalı. Fakat yöneticilerin bu yeni nesille kuşak çatışması yaşadığını görüyoruz ve bu kuşak çatışması sosyalleşme sürecine ket vuruyor.
Olayın başka bir yönü de, LUGTR 2011 konferansında Deniz ve Özgür'ün sunumlarında ortaya koydukları bir gerçek. Biz daha temel sorunlarımız konusunda emekleme aşamasındayız. MIS yapımız bozuk, güvenlik sistematiğimiz arızalı, süreçlerimiz eksik ve bütün bunlara sosyal mekanizmalar oturtacağız.
Özet yapmak gerekirse, iş yapma kültürümüzün zayıf yönleri olduğu bir gerçek. Dünyanın da yaşadığı bir takım sorunlar var. Arada kalmışlığımız, aslında gerçek hayat fenomeni olan sosyal işbirliği gerçeğini uygulama katmanına yedirebilmemizi sağlayacak mı göreceğiz.
Bu süreçte müşterilerime de sürekli verdiğim tavsiye, bu iş yalnızca IT departmanına ya da İnsan Kaynaklarına emanet edilecek kadar basit değil. Patrona sorun, olur derse olur :)
Serdar Basegmez
|
Eylül 21 2011 05:30:00 AM
|
Kurumsal Bilgi Sistemleri Social Software
|